26 Ağustos 2010 Perşembe

İşte bazen...

Söyleyecek çok şey vardır da, söylemek içinden gelmiyordur artık…


Dinlemekten vazgeçmekle, söylemekten bıkmış bir haldesindir… Kelimeler kifayetsiz, gülücükler samimiyetsizdir…

Arkanı döndün mü fısıldaşıyordur birileri, göz göze geldiğinde seni sıkı sıkı kucaklayarak…

Biliyorsundur da susuyorsundur…

Anlamışsındır da çok saf bir insan rolü yapıyorsundur…

Bal gibi biliyorsundur da bilmezlikten geliyorsundur…

Kandırılmak ister insan bazen… Seviliyor sanmak, sayılıyor bilmek, tercih edilir zannetmek ve kendini harika hissetmek… Tek başına neredeyse her şeye yetebilecekken, yetmemek ister işte!

Küserek kalmak ister insan bazen…

Durarak gitmek, susarak anlatmak ister…

Çok şey ister de, dedim ya söylenen her şey çoktan dinlenmiştir bazen…

İster bazen anlamamak, hak vermemek, karşı koymak ister…

İnsan bencildir.

İnsan korkaktır.

İnsan kötüdür.

İnsan vahşidir bazen.

Bazen de hırçındır…

Tek derdi özgürlüğüdür aslında. Farkında olsa da olmasa da…

Hem bir yere tutunmak, hem de uçup gitmek ister. Seçtikleriyle, seçemediklerinin acısını yaşar hep, merakla besleyerek… Kendinedir kızgınlığı ama başkasına kızar işte bazen…

19 Ağustos 2010 Perşembe

Iyyyk Aşk!

Ne tuhafız hepimiz…


Aşkından ağzımız açık gezdiğimiz herkes birer hayale, eski püskü bir anıya dönüşüyor en sonunda… Hatta hatırlandığında yüzümüzü ekşiten, birer eski yüz oluyorlar… Iyyykkk deyiveriyor insan, başkalarının hayatında da çirkin bir anıya dönüşürken…

Sevginin kıymetini mi bilmiyoruz?

Yoksa bir zamanlar sevdiğimiz, yanında olmaktan mutluluk duyduğumuz, yanındayken bile özlediğimiz “O”, çirkin hatıraların yanında nasıl yerini alır ki?

İnsanın beğenisi, hissettiklerinden daha mı kıymetlidir?

Kim bilir…

Fena denilecek vaziyette zayıf bir çocuğu sevdiğimi hatırlıyorum. Sevgimiydi bilmem… Ortaokuldaydım. Adını bile hatırlamıyorum, daha doğrusu hatırlanmayacak kadar garip bir ismi vardı…

Asıl hatırlamak istemediklerimiz aslında yapmamamız gerekenler…

Olmayacağını bile bile dürtü olduğu iddia edilenler şeyle hareket edip, bir çuval inciri berbat ettiklerimiz mesela… İnsan hatırlamak istemiyor onları… Düzelmeyecek sorunları, yokmuş gibi farz ettiğimiz ilişkiler… Çözmeye gücümüzün yetmeyeceği sorunları çözmek için kendimizi hırpaladığımız o dertli tasalı ilişkiler… Birilerini kırmamak, üzmemek uğruna, kendimize zerre kadar değer vermediğimiz o zavallı yıllar… Yalnız kalmaktansa, en fenasını yaşarım deyip yanından ayrılamadığımız o tahammül edilmez aşklar…

İşte “Iyyyk!” dedirtenler…

Kötü ilişkiler çok barizdir… Biz dâhil herkes görür. Diğer insanlardan tek farkımız, görmüyor gibi yapmamızdır. Kör kuyuya düşmemiş de egzotik bir adada tatildeymiş gibi davranırız… İnsan doğası sonunu görmek ister çoğunlukla…

İşte o kuyuların dibini görenler geçmişteki sözde aşkları pek hatırlamazlar, hatırlamak istemezler… Çünkü o zaman en çok kendilerine kızarlar…

Aşk demişken; bugün bir ağacın altına oturdum... Ağacın gövdesine kocaman bir kalp kazınmıştı, içinde de iki isim; Efe ve Ömer... Homofobik dünyaya selam olsun...

Özgür Hapiste

Kendi başıma huzurlu olmayı sevilmemeye tercih ederim bazen…

Kendi zayıflıklarına söz geçirebilmek ve bazen kendine dur diyebilmek dörtnala gidenleri rahatsız eder ya, huzur, işte tam o sırada ayrılabilmektir onaylamadıklarından…
Tercih edilmemeyi göz almak…
Yapmacık bir sevginin içinde yer almaktan vazgeçmektir bazen…
İnsanın kendine ihanet etmesinden vazgeçmektir huzur çoğu zaman…
Çünkü insan en çok kendini kandırır…
Mış gibi davranır, miş gibi giyinir, muş gibi anlatır… Gerçeği bilerek ardı arkasınca sıralar yalanları…

İnsan kendinden ne ister acaba?

Nedir hepimizin kendimize ettiği zararın sebebi?

Neden hırpalarız o zavallı ruhu?

Neden zorlarız o masum yüreği?

Neden kirletiriz yaşadığımız her günü?

Korktuklarımız ve arzuladıklarımızla şekilleniyor hayat… Onlardan bir çit çekmişiz etrafımıza, kendi yarattıklarımızın esiri olarak sürüyoruz yaşamları, işte o yüzden huzur alışılmışın dışında bazen… İşte o yüzden yapmak zorunda olduklarımızın samimiyetsizliği boğuyor bizi çoğu zaman….

Yürekten, isteyerek sevmek, yapmak, görmek, okumak varken… Zoraki yaşamlar sürüyoruz…

Kimimiz günümüzün bir kısmını, kimimiz haftanın bir gününü ve ne acı ki bazımız hayatımızın tümünü zorlanmışlıkla harcıyor, hala bulamadığı mutluluğunun acaba nerede olduğunu merak ederek…

Özgürlük kendi içimizde…

Sevgi gibi...

Sevgi içimizdeydi ya…

Yok öyle!

Özgürlük içimizde ve hapiste….

Neden Bunların Çoğu Kadın?

“Aaaaa şekerim sen ne diyorsun, ben kapariyi ilk defa Kerem’in Miami’deki evinde gördüm, koca bir kavanozdaydı. Oğlum bu ne diye sordum?”
Teyze, iskelenin ucundan geriye doğru yayın yapıyordu… Aslında kurduğu cümlenin meali şu idi; “Benim oğlum Miami’de yaşıyor ve patlayıncaya dek kapari yiyor. Yaaaaa, ne haber?”

Teyzenin havalı anlatımına bakmayın, Kapari Batı Anadolu ve Orta Anadolu ‘da özellikle Tokat ve çevresinde yetişen, hatta yetişme alanı Karadeniz ve Güneydoğu bölgelerimize dek genişleyen gebereotu adında bir bitkidir. Ancak oğlum Miami’de koca kavanozda Gebereotu almıştı diyemeyeceğine göre, Kapari dedi hanımteyze… İşin en acı tarafı teyzenin kapariyi Türkiye’de bu kadar yetişmesine karşın, göre göre Miami’de görmüş olması…

Aynı kafada dört beş kadın bütün yaz hangi havluyu Amerika’dan aldıklarını ve geçtiğimiz kış içinde kaç kez uçtuklarını anlattılar birbirlerine, aslında daha çok bizlere, yani plajda onlardan geri kalanlara… Zira onlar iskelenin en başında oturduklarından ve çocukları da Miami’deki buzdolabına kapari yerleştirdiğinden ileri gelenlerdi… Biz sefil halktık…

Herkesin nereden geldiğini, çocuklarının hangi okula gittiğini, kızlarının nasıl kocalar bulduğunu merak ettiler… Bizlerle o kadar çok ilgilendiler ki bir tanesi mayosunun yırtık olduğunu ancak 3. günde anladı… Kendi aralarında İngilizce konuştular… Hepimiz anladık… Çok havalı olmadı ama onlar mutluydular.

Anlata anlata bunu mu anlattım yani size?

Evet!

Dünya bu hızla değişirken, teknoloji neredeyse düşünce gücüyle iyileşmemizi sağlayacakken hala kavanozdaki kapari ile hava atan, uçak yolculuklarını sanki kendi kanat takıp uçmuş gibi anlatan insanlarla dolu…

Ve Tanrım! Neden bunların çoğu kadın?

**

Hamileliğin zorlu günlerini geçirdiğimden bilgisayar başında fazla kalamıyorum. Yazılmış yazıları düzeltmek işime gelmiyor, baştan yazıyorum… Ama en çok yaptığım şey telefondan Twitter’a takılmak ve tweet atmak… Oy çok güzel… Çok kısa, çok net! Ahmet Hakan yazdığım en anlamsız cümleye cevap yazdı mesela. Oysa daha önce ne inciler döktürmüştüm… Biraz evvel Gülben Ergen’i Nazlı Ilıcak’a koyduğu posta yüzünden tebrik ettim.

Dışarıdaki çocuklarım zaman zaman sıkıntılarını benimle paylaşıyorlar ve bilirsiniz çocukların dertleri, sıkıntıları bitmez, içerideki çocuğum ise sürekli tekmeliyor.


Yazıyorum yavaş yavaş... Ve kızgınım bu aralar, tüm olanlara...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Hamile Kadın Bildiriyor

O incecik kadınlardan olamadım ben hiç… Ben şu hükümet gibi kadın denilenden bir boy küçük olanıyım. Neriman Köksal’ın medium’u mesela… Neyse…

Aslında bir bakışta kaç adet kemiği olduğu anlaşılan kadınlardan bahsediyorum… Hiç öyle olamadım olmakta istemem ayrıca!
Bugün Neco’nun röportajını okudum… İnce kalmak için sürekli salata yiyen ve birbirine benzeyen o kadınları hiç sevmediğini söylüyordu. Hey be kardeşim, insan doğruyu 63 yaşında mı anlar? Bir erkeğin gözünün açılması için 63 yıl beklemek mi gerekir?
Hamile olduğum belli olduktan sonra doktorum Bodrum havasının mide bulantıma iyi geleceğini söylemişti. Gerçekten kızgın iskele ve serin sular iyi geldi. Çoğu hamilenin tersine ben sadece gecelerimi mide bulantıları ile geçirdim… Kocam her hafta sonu İstanbul- Bodrum arası mekik dokudu, benim sürekli yüzmem gerektiğini söyledi, hatta palet aldık. Ancak paletle yüzmeye devam edersem oldukça erken doğum yapacağıma kanaat getirdik…
Çok kilo almadım ama dedim ya o incecik kadınlardan değilim ben… Hamile olunca daha bir irileştim… Neyse ki geçen sene giydiğim şortlarım ve kısa Bodrum eteklerim oluyor. Hamileliği neredeyse yarıladım, bulantılarım azaldı, karnım çoktan ortalara çıktı, artık daha atak ve canlıyım. Üstelik hala mini etek giyebiliyorum. Bundan iyisi can sağlığı… Bundan evvel ki hamileliğim de 39 kilo alarak rekor kırmıştım, bu sefer 15 kiloyu hedefledim. Neyse ki bu sefer iştahım hiç açılmadı, sirke dışında hiçbir şeyi istemiyorum…
Ve inatçı bebek, kıçını döndü yattı, bize kendini bir türlü göstermiyor… İçeride küçük bir kız mı yoksa erkek mi olduğunu bilmiyoruz… İki hafta sonra tekrar deneyeceğiz… Onu artık daha çok seviyorum. Yaz tatilimi rezil etti diye kızmıştım ona ama içimde kollarını ve ayaklarını sallayışını görünce dayanamadım. Geçiverdi kızgınlığım… Mutluyuz beraber, koltuğa uzanınca o başlıyor harekete… Özlemişim içimde kıpırdayan küçük insanı…
Sağlıkla tamamlamayı diliyorum...
Ve şu anda hamile olan herkese kolaylık diliyorum… Dilesem de kolay olmuyor biliyorum…


Kokmaz ve Bulaşmaz

Hiçbir şeyden olamayanları sevmem ben…

Haklıyı görmeyenleri mesela… Gerçeği istemeyenleri… Gerçek ve doğru arasındaki farkı asla ve asla anlamayanları, işin kötü tarafı anlamak istemeyenleri…
Et kokmasın, ayşekadın bitmesin misali… Böyle bir laf yok, ben uydurdum…
Kokmaz ve bulaşmaz insanları sevmem ben…
Kimseyi sevmeyen ama herkesi severmiş gibi yapanları… Herkese canım diyenleri mesela… Ve onlar canım kadar rahat söylerler diğer kelimeleri de…
İnsan taraf olmalı… Sol, sağ, orta… Ama bir yerden… Her yerden değil…
Bir fikri olmalı… Fikir için bilgi olmalı… Bilgi için çaba ve istek olmalı…
Sadece kendi fikri olmalı üstelik… Kalabalıkların yamaladıkları fikirlerle büyüyemez insan…
Kendini sevmeyen insanları sevmem ben, en az narsistik ruh halleri sergileyenleri sevmediğim kadar…
İçindeki derin mutsuzluğu söküp atamayan ve bu yüzden öfkesini ona buna sıçratanları da sevmem…
İnsan, insan gibi olmalı…
Tüm sefilliğini görmeli ve tüm yüceliğini tatmalı…
İnsan kendini tamamlayamadığını bildiği sürece bulaşmaz başkasına… “Bana söyleyeceğine kendine bak!” dünyadaki en doğru sözdür bana kalırsa… Bulaşmama gereğinin delilidir aynı zamanda. Kimdir aramızdaki kusursuz? Kimdir aramızdaki yüce varlık? Kimdir üstün insan?
Herkes sadece kendine bakmalı aslında…


Ne bildiğine…
Ne bilmediğine…
Nereye geldiğine…
Nereye gidemediğine…
Ne olduğuna…
Ne olamadığına…
Ne diyebildiğine…
Ne diyemediğine…

O zaman ne “çakmalar” ne de “yandan yemişler” olurdu… Ne argo bu yarabbim! Ama cuk oturdu, tutamadım kendimi…

Kokmayan ve bulaşmayanlar kirletirler dünyayı… Sessizlikleri tüm rezilliklerin, çirkinliklerin, kötülüklerin iznidir… Dünya onların umursamazlığında gider sonuna, sırtımızda yüktür onlar…
Ne bilgileri ne de fikirleri vardır…
Onlar sadece yaşarlar.
Gıkları çıkmaz…








01.07.2010